Ömer Seyfettin 1884 yılında Gönen'de doğmuş ve 1920’de İstanbul'da hayata veda etmiştir. Kendisi; yazdığı öykülerini okuyarak büyüdüğümüz, adını Türk edebiyatına silinmez harflerle yazdıran büyük bir yazardır. Yaşamının büyük bir parçası edebiyat olan yazarın 10 kitabı ve 125 hikayesi bulunmaktadır. Aynı zamanda "Genç Kalemler" dergisinde yayımladığı “Yeni Lisan” makalesiyle Türkçülük akımının öncüleri arasında kendine yer bularak bugün kullandığımız Türkçenin temellerinin atılmasına en fazla katkı veren yazarlar arasında yer almaktadır.
Ömer Seyfettin, Türk milleti için her zaman çok büyük bir önem arz etmesi gereken ama hak ettiği değeri yaşarken değil de çok daha sonrasında görebilen bir yazarımızdır. Çünkü bizler Ömer Seyfettin’in bizim için yaptığı fedakarlıkların ancak yakın tarihte farkına varabilmişizdir. Bunları söylememin en büyük sebebi kendisinin çok hazin bir ölüme sahip olması ve o öldükten sonra yaşanan olaylardır.
Ölüme Giden Kestirme Yol
Ömer Seyfettin şeker hastası olmuştu ve hastalığı hızla ilerliyordu. Fakat o dönemlerde ne şeker hastalığı biliniyordu ne de insülin. Hastalığı eklem ağrılarına neden olduğu için birçok doktora gidiyordu. Doktorlar Ömer Seyfettin’in gerçek hastalığını teşhis edemedikleri için onun romatizması olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Ömer Seyfettin’e romatizma tedavisi uyguluyorlar aynı zamanda da sık sık "Aman azizim bol bol portakal, mandalina ye, üzüm hoşafı iç." diye tembihliyorlardı. Doktorların tavsiyelerine uyan Ömer Seyfettin’in durumu günden güne kötüleşiyordu. Durumu iyice ciddileşen Ömer Seyfettin 4 Mart 1920'de son durağı olacak Haydarpaşa Hastanesi'ne kaldırıldı. 6 Mart 1920'de ise bu hastanede son nefesini vererek hayata veda etti.
Kimsesiz Sanılan Bir Beden
Ömer Seyfettin’in vefatından sonra cenazesine sahip çıkan olmamıştı. Bu nedenle kendisi kimsesiz sanılarak, kimsesizlerin cenazeleri gibi Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırıldı. Bir görüşe göre Ömer Seyfettin’in tıbbiye öğrencilerinin derslerinde kullanılmak üzere bir kadavra haline getirildiği söyleniyor. Hatta bu görüşü savunanlar tarafından Ömer Seyfettin'in kafasının kesildiği ve bütün vücudunun delik deşik edildiği bile iddia ediliyor. Bu iddiaların kaynağı olarak Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde görevli Sivaslı bir hademe ve yanındaki gençlerin Ömer Seyfettin’in kesilmiş bedeniyle çekildikleri fotoğraf öne sürülüyor. Diğer bir görüşe göre de Ömer Seyfettin'in vefatından sonra bedenine otopsi yapıldığı düşünülüyor. Bu fotoğrafın da o esnada kütüphane görevlisi tarafından çekildiği söyleniyor. Günümüzde ise kaynak yetersizliğinden dolayı görüşlerden hangisinin doğru olduğu ne yazık ki tespit edilemiyor. Daha sonra bu fotoğraf basına yansıyınca sevenleri onu tanıyarak hastaneye gittiler ve cenazeye sahip çıktılar.
Aydın ve Halk Uçurumu
Yaşananlar çok trajiktir. Ömer Seyfettin hastayken de ölürken de sevenleri tarafından yalnız bırakılmıştır. Oysaki o; bütün hayatını milletine adayan, öyküleriyle hayatlarımıza dokunan, uğrunda savaştığı fikirleriyle Türkiye Türkçesinin temellerini atmada yardımcı olan, kalemiyle Anadolu’ya ışık tutan bir yazardır. Bütün bunlara rağmen en kötüsü de; kendisi halka ulaşmaya çalışırken, halkın onun bu yaptıklarından hatta kendisinden bile haberinin olmayışıdır. Bu da aslında aydın kesim ile halk arasındaki uçurumu gözler önüne sermiştir. Peki burada suçlu olan kimdir?
Yazar Türkçülük akımının önde gelen isimlerinden biri olarak tanınmıştır. Türkçülük akımı da daha temiz bir Türkçeyle yazılmış, devrin eserlerine göre halkın biraz daha rahat anlayabileceği eserler demekti. Bunu başarmak için yıllarını veren Ömer Seyfettin’in bu çabasını bilmeme rağmen kafamda Yakup Kadri’nin dile getirdiği sözler yankılanıyor. Yakup Kadri’nin “Yaban” adlı kitabında şöyle bir paragraf geçmektedir: “Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca,yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?”. Yakup Kadri bu sözleriyle ülkesinden ve aydınlarından haberi olmayan halkı değil de onlara ulaşmayı başaramamış Türk aydınını eleştirmiştir. İstanbul’u bir ülke atfederek dışına çıkmayı asla düşünmeyen, kendisini üstün gördüğü için halkı muhatap almayan, yıllarca Anadolu’nun mahsulünü yiyip bir kere bile toprağına dokunmayan, yazılarında bile halk kelimesine rastlanmayan bazı aydın kesimler için söylemiştir bu sözlerini. Bu tarz davranışların sonucunda yazarlarını tanımayan bir neslin ortaya çıktığını, bu yüzden de en büyük suçluların buna yol açanlar olduğunu dile getirmiştir. Sözlerinde haklılık payı olmasına rağmen bu sözleri bütün yazarlara mal etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Ömer Seyfettin gibi her kesime hitap etmiş usta bir kalemi böyle bir durumla suçlayabilir miyiz? Bunu siz okuyucuların yorumuna bırakıyorum.
http://kitabıneksiksayfaları.com/f/ömer-seyfettin-ve-hazin-ölümü
YORUMLAR