Gül olmalı. Hem de dikenlere rağmen gül olmalı.
Kimseyi incitmemeli ve incinmemeli. Çünkü gül olabilmek, dikenlere de sabredebilmektir. Hazret-i Mevlânâ gül ve diken tefekkürüyle şunları söyler:“Gülün dostu dikendir.”Gül, dikene tahammül sayesinde tezkiye olur. Tezkiye ise; sabırdır, iptilâlara katlanmaktır.
“Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.”
Tahammül ve müsâmaha peygamberlerin ve Hak dostlarının şiârıdır. Onlar günah bataklığına batmış insanlara, yaralı bir kuşu şefkatle kurtarma hassâsiyeti içinde yaklaşırlar.Bugün bir fazîletler medeniyeti olarak andığımız asr-ı saâdet toplumu; câhiliyyenin zulüm, cehâlet karanlıkları içindeki insanlarını Fahr-i Kâinât Efendimiz’in «Kitap ve Hikmet»in nûruyla bir bir tezkiye etmesi sayesinde teşkil edildi. Bu elbette kolay olmadı.Kimi bedevî gelip mescide bevletti. Efendimiz, yüzünü ekşitmedi, affetti. Güzelce öğretti.Kimi geldi, kaba saba hitâb etti. Efendimiz, letâfetle mukabelede bulundu. Zarâfeti tâlim buyurdu. Nâdanlıklara sabretti, irfâna kavuşturdu. Kabalıklara, cefâlara sabretti; incelik ve safâ kazandırdı.
Asr-ı saâdette bir içki mübtelâsı defalarca te’dib edildiği hâlde içkiden vazgeçemiyordu. Ashabdan biri, bu kişi hakkında;
“–Allâh’ım ona lânet et! Bu sarhoş adam, ikide bir Rasûlullâh’ın huzûruna getiriliyor ve (onu çok rahatsız ediyor)!” dedi.
Bunu işiten Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Ona lânet etmeyin. Allâh’a yeminle söylüyorum, bu adam hakkında bildiğim tek şey onun Allah ve Rasûlü’nü sevdiğidir.” (Buhârî, Hudûd, 5)
Peygamberimiz; bu zarif muamelesiyle ve bu latif terbiyesiyle câhiliyye karanlığındaki nice gönlü tertemiz eyledi.
Ehlullah Hazerâtı da Peygamber Efendimiz’in nezâket üslûbunu tevârüs ettiler ve yaşayarak yaşattılar.
Mevlânâ Hazretleri’nin şu kıssası güzel bir misaldir:
Bir gün sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu âdetâ tartaklayarak dışarı çıkarmak isterler.
Mevlânâ Hazretleri, onu dergâha sığınan yaralı bir kuş gibi görür, dervişana serzenişte bulunur ve derhâl onu bırakmalarını emrederek ilâve eder:
“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş gibi davranıyorsunuz!”
Merhûm Ramazanoğlu Mahmud Sâmî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan kişi;
“−Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız;
“−Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çaresizliğini ifade eder.
Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi; hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.
Bu hassâsiyet tasavvufta, «muâhezeyi nefse, müsâmahayı gayra tevcih etmek» şeklinde kaideleştirilmiştir. Günaha olan nefret, günahkâra taşıttırılmaz. Onun sırtından o yükü atmasına yardımcı olunur.
Bu sabır, Cenâb-ı Hakk’ın da ahlâkıdır. O Sabûr’dur, çok sabredicidir. Halîm’dir; mâsiyeti hemen cezalandırmayıp, tevbe ve istiğfar için mühlet verendir. Settâr’dır, ayıpları örtendir.
Rabbimiz’in bu cemâlî sıfatlarıyla vasıflananlar, güzel ahlâkın kemâliyle nurlanırlar. Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Ayın geceye sabretmesi onu apaydın eder.”
Peygamberler ve Hak dostları, güzel ahlâkları, zarâfet ve nezâketleriyle bir câzibe merkezi olurlar. Sarhoşun tekkeye geldiği gibi; kanadı kırık kuşlar, ıslāh-ı hâlden ümitvâr olamayan günahkârlar, kendilerine uzatılacak bir el arayan çaresizler, onların gönül dergâhlarına koşarlar.
Hazret-i Mevlânâ’nın; kendisini mücrim addederek acziyet ve âhiret endişesi içinde şu merhamet ve şefkat dileyen yalvarışı ne güzeldir:
“Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlihlerin ümit etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..”
“Ey ulu Allâh’ım! Eğer Sen yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”
Böyle bir yalvarış, takvâ sahiplerinin ahlâkıdır. Hak dostları, kendilerini dâimâ böyle bir acziyet içinde görür ve mütevâzı bir gönülle bu şekilde feryat ve niyaz hâlinde olurlar.
O perişan hâldeki günahkârları hor görmek, mânâ ehlinin sahip olması gereken hiçlik ve mahviyete de sığmaz. İnsan ilâhî bir sırdır.