Bir zamanlar isimleri bile korku ile anılan azametli krallar ve zâlimler, bir müddet sonra iki avuç toprak altında kahrolup ilâhî intikāma dûçâr olmuşlardır.Îman güneşinin aydınlatmadığı sahalar ve sîneler, mânen bir yangın yeri gibidir. Îman güneşiyle aydınlanan kalpler ise ebedî saâdetin bahar ülkesidir.Tarihteki büyük zâlimler kendilerinin ve tüm insanlığın düşmanı oldular, hiç sevilmediler, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar, saltanatları da hüsranla son buldu. Döktükleri kan göllerinin girdaplarında insanlığın yüzkarası oldular.
Buna mukabil;
Dostluğun, Allah’taki kaynağını elde eden Şâh-ı Nakşibend, Geylânî, Mevlânâ, Yûnus ve Hüdâyî misâli Hak dostları ise; ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular, sevdiler, sevildiler, fânî hayatlarından sonra dostluk ve muhabbette ebedîleştiler.Bir millet, cihanşumül bir imparatorluk da kurmuş olsa; lâkin ufku dar, menfaatine râm olmuş, milletin istikbâlini değil de kendi mevkiini düşünen şahsiyeti zaafa uğramış kimselerin elinde küçülür. Neticede tarihin talihsiz sayfalarında kalmaya mahkûm olur. Yani; «Tek dişi kalmış canavar…» bir medeniyetin bedbaht fertleri olurlar.
Hazret-i Mevlânâ derki
“Büyük bir yılan bir ayıya sarılmıştı. Arslan yürekli bir kişi koştu, ayının feryâdına yetişti. O zavallı ayı, ejderhâdan kurtulunca, o mert kişiden bu keremi görünce; Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi, kendini ölümden kurtaran yiğidin peşine takıldı, artık ondan ayrılmadı.
Derken o genç hastalanıp yattı. Ayı da gönül bağladığı kurtarıcısını bırakıp gitmedi. Onu beklemeye başladı.
Oradan birisi geçerken, hastanın baş ucunda ayıyı görünce;
«–Kardeşim bu ne hâl? Bu ayı ile senin ne işin var?» diye sordu.
Hasta, bir müddet önce bu hayvancağızı, ejderhâdan kurtardığını, onun da kendisine candan bağlanıp kaldığını anlattı. Öbürü de;
«–Ey ahmak kişi!» dedi. «Bir ayıya gönül verme, ona bu kadar güvenme.
Çünkü ahmağın dostluğu, düşmanlıktan beterdir. Onu bir hile ile yanından uzaklaştırman gerek.»
Hasta kendisine nasihat eden şahsa itimat etmedi:
«–Bunu hislerinden söylüyorsun, sen onun ayı olduğuna ne bakıyorsun? Onun bana olan bağlılığına, sevgisine bak!» dedi.
Öğüt veren adam dedi ki:
«–Ahmakların sevgisi aldatıcıdır. Benim -sana göre- hasetçi oluşum bile, onun sevgisinden daha iyidir. Haydi kalk, benimle gel, şu ayıyı yanından uzaklaştır. Bir ayıyı, kendi cinsinden olan bir insandan üstün görme.»
Hasta aldırmadı:
«–Ey hasetçi! Haydi git de kendi işine bak.» dedi. Nasihatçi de cevap verdi:
«–Benim işim seni uğrayacağın felâketten kurtarmaktı, ama talihin yokmuş. Başına gelecek felâketi düşündükçe, yüreğim titriyor, sakın böyle bir ayı ile ormana gitme. Bu gönlüm boş yere titremedi, içime gelen bu korku, Allâh’ın verdiği bir nurdur. Ben Allâh’ın nûru ile bakıp gören bir mü’minim; sakın, sakın bu ateş tapınağı gibi olan ayıdan kaç ki, onun ateşi tehlikesine yanmayasın.»
Öğütçü bütün bu sözleri söyledi, söyledi ama, adamın kulağına bile girmedi. Sû-i zan insana pek büyük bir engeldir. Aşılmaz bir settir. Öğütçü hastanın elini tuttu, hasta elini çekti. Öğütçü de;
«Sen akıllı bir dost olmadığın için, ben de artık gidiyorum.» dedi.
Hasta;
«–Git.» dedi. «Beni düşünme, ey boşboğaz adam! İrfandan, mârifetten bahsetme.»
Öğütçü bıkmadan dil döküyordu:
«–Ben senin düşmanın değilim, sen benimle beraber gelirsen kendine iyilik etmiş olursun.»
Hasta dedi ki:
«–Uykum geldi; beni bırak da kendi işine git.»
Öbürü hâlâ;
«–Bir dosta uy da, akıllı birinin koruması altında, gönül sahibi bir dostun yanında uyu.» diyordu.
Hastanın bütün düşüncesi, bütün hüsn-i zannı, tamamıyla ayıya idi. Sanki ayı ile aynı cinstendi. Böylece o kendisine yol gösteren akıllı bir adama karşı yüzlerce kötülük etti. Onu suçladı da ayıyı sevgi ve merhamet sahibi bir dost bildi.
Sonunda nasihat eden kişi de öfkelendi; içinden;
«Senin işin Allâh’a kaldı, ne yaparsan yap!» diyerek adamı bırakıp gitti.
Nihayet hasta adam uyumuştu. Ayı da onun yüzüne konan sinekleri kovalamakta idi. Sinekler kaçıyor, sonra inadına yine geliyor, kalktıkları yere konuyorlardı. Sineğin biri pek inatçı idi. Ayı, uyuyan efendisinin yüzünden o sineği bir kaç defa kovdu. Fakat sinek yine kalktığı yere gelip konmada idi.
Ayı sineğe fena hâlde kızdı. Dağa gitti, kocaman bir kaya aldı. Kayayı getirdi, sineğin yine uyuyan adamın yüzüne konmuş olduğunu gördü. O değirmen taşı kadar kocaman kayayı kaldırdı, sineği ezmek için adamın suratına fırlatıp atıverdi. Kaya, uyuyan adamın yüzünü yamyassı etti. Bu örnek de bütün dünyaya yayıldı.”
Ahmağın sevgisi, tıpkı misaldeki ayının sevgisidir. Onun kini sevgidir; sevgisi de kin… Onun hayrı zulümdür.
İbret nazarıyla bakıldığında; bu zulümlerin, misalde olduğu gibi «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret» umdesine muhalefetten neş’et ettiği görülecektir. Hazret-i Mevlânâ, adâlet ve zulmü şu çarpıcı teşbihlerle îzâh eder:
“Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır.”
“Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer.”
Yâ Rabbî! Âlem-i İslâm’a yeniden birlik ve dirlik nasîb eyle!.. Ümmet-i Muhammed’i zâlimlerin elinden kurtar!
Yâ Rab! Sen Ğafûr’sun; ümmet-i Muhammed’i bağışla!..
Yâ Rab! Sen Rahîm’sin; ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!..
Yâ Rab! Sen Azîz’sin; ümmet-i Muhammed’i muzaffer eyle!..
Ümmet-i Muhammed’in dertlerine, musîbetlerine, sıkıntılarına dermanlar ve çareler lutfeyle!.. Ümmet-i Muhammed’in perişan hâlini ıslah eyle!..
Âmîn!..